30 Eylül 2014 Salı

Kara Kedinin Gölgesi - Yekta Kopan



Kara Kedinin Gölgesi'ni de okuyarak Yekta Kopan'ın öykülerinin de tadına bakmış oldum böylece. 26 adet öykü bulunuyor bu kitapta, her öykü de ortalama ikişer sayfa. Anlayacağınız, hepsi birer mini öykü. Oldukça naif bir dille yazılmış hepsi. Ara ara şiirsel cümleler bile mevcut.

Öyle çok da derinden etkileyen öyküler olmadı beni fakat her birini okurken oldukça keyifli dakikalar yaşadığımı itiraf etmeliyim. Yekta Kopan'ın güçlü bir öykücü olduğuna da şahit oldum ve kendisini biraz daha sevdim.

Romanlardan bunaldıysanız eğer, bu akıcı öykülerle birkaç saatinizi şenlendirebilirsiniz siz de.

"İçimdeki vahşi batıda... bir sorun vardı ve ancak sen çözebilirdin. Sorunum, senin bu sorunu çözmek için hangi kimliği seçeceğini bilmememdi. Sen, ruhumu avucunun içi gibi bilen bir şerif gibi davranmaktansa kasabaya gelen gizemli yabancı olmayı yeğledin."

29 Eylül 2014 Pazartesi

Aile Çay Bahçesi - Yekta Kopan



Yıllardır takip ettiğim ve kültür&sanat alanındaki birikimine hayran olduğum Yekta Kopan'ı ilk kez okudum. Yayınlanan son kitabı ile başladım ama asla son olmayacak. Hatta hiç vakit kaybetmeden Kara Kedinin Gölgesi adlı öykü kitabına başladım bile. Bu romanı çok sevmiş olsam da, nedense içimde Yekta Kopan'ın öykülerini daha çok seveceğime dair bir his var. Öykülerini de okudukça değerlendireceğim elbette fakat ilk önce bu kitaba dair bir şeyler söylemek gerek:

Aile Çay Bahçesi oldukça yalın bir dille yazılmış, etkileyici bir aile portresi sunuyor okura. Ucu açık biten romanlar bana göre başarılı bir sonla bitmiş demektir, aynı zamanda da yazarın cesur olduğunun kanıtıdır. İşbu sebeple ben bu kitabı sevdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim.

Müzeyyen'in gözünden anlatılıyor her şey. Farklı zaman sıçramalarına gidip geliyoruz kitap boyunca, hayat hikayesi sıralı bir şekilde anlatılmıyor yani. Müzeyyen, bir kız kardeşi olacağını öğrendiğinde dünyası başına yıkılır. O çocuk aklıyla bu duruma çeşitli açıklamalar getirmeye çalışır. Acaba anne ve babası ondan sıkılmışlar mıdır? Onunla ilgilenmeyi ikinci plana atmayı mı düşünüyorlardır? Aslında hiçbiri, onlar sadece aile bağlarını belki daha da güçlendireceğine inandıkları bir çocuk istemektedirler. O çocuğun, aileyi yıkıma sürükleyeceğini nereden bilebilirlerdi ki?

Kimse bilemezdi elbette fakat Müzeyyen'in içine doğmuş olacak ki, hiçbir zaman bir kardeşi olmasını istemedi. Çiğdem doğduğunda her şeyin kötüye gideceğini düşünüyordu ve aslında tahminlerinde de başarılı oldu denebilir. Annesinin ölümüne sebebiyet veren Çiğdem, Müzeyyen'den hiçbir zaman bir şefkat belirtisi görmeden büyüdü. Babaları ise zaten uçuk bir adamın tekiydi ve kadınlarla haşır neşir olmaktan çocuklarına vakit ayırmak aklına bile gelmemişti.

Müzeyyen'in babasını öldürmesine ben aslında pek şaşırmadım, bekliyordum böyle bir şey. Fakat yine de üzüldüm. Ve kitap ucu açık bitti demiştim, işte eğer birkaç satır daha devam etseydi kitap, işte o zaman Çiğdem'in de, Müzeyyen tarafından o kayalıklardan aşağı atıldığını okumuş olabilirdik. En azından benim tahminim bu yönde, ilk bölümden itibaren hem de.

Kitapta güzel aforizmalar da mevcuttu. Yekta Kopan'ın duru Türkçesiyle oldukça hoş bir okumalık oldu benim için. Hüzün dolu bir aile trajedisi okumak isteyenlere önerimdir.

Alıntılar:
"Korkularımızla öldürüyoruz zamanı."

"İnsan değil bizim adımız; yalancı, katil, ikiyüzlü, rezil..."

"O, tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman."

"İnsan rüyasında bile unutmamalı kim olduğunu."

"Bir hatayı başka bir hatayla örterek geçecekti ömrüm. Pentimento. Yine pentimento. Hamlet avuçlayacaktı Yorick'in kafatasını, Turgut fısıldayacaktı Olric'e, "Ne kadar kazısam hep pentimento Olric!"

16 Eylül 2014 Salı

Kırmızı Pazartesi - Gabriel Garcia Marquez


"Kader bizleri görünmez kılar."

Uzun zamandır okumayı planladığım Gabriel Garcia Marquez'e Kırmızı Pazartesi ile başladım. Aslında hedefim ilk olarak Yüzyıllık Yalnızlık'ı okumaktı, son andaki karar değişikliği ile tercihimi bu kitaptan yana kullandım. Yazarın başyapıtını okumadan önce en azından ince bir kitabını okuyup diline hakim olmak güzel bir karardı sanırım çünkü Kırmızı Pazartesi'yi okumuş olmaktan oldukça hoşnutum.

İşleneceğini herkesin bildiği lakin engellemek için hiçbir şey yapılmayan bir cinayetin öyküsünü anlatmış bizlere Marquez. Santiago Nasar adlı karakterin öleceğini daha ilk cümleden itibaren biliyoruz yani. Sonunu bildiğimiz bir kitabı okumak ne kadar sıkıcı ise, Marquez'in kaleminden çıkan sonunu bildiğimiz bir kitabı okumak da işte o kadar sürükleyici. Daha yazardan okuduğum ilk kitap olmasına rağmen, "Marquez farkı"nı anlamam uzun sürmedi.

Pablo ve Pedro Vicariao adlı iki ikiz kardeş, kız kardeşleri Angela Vicario'nun ağzından çıkan kelimelere istinaden, namus meselesi dolayısıyla Santiago Nasar'ı öldürme kararı alıyorlar ve bunu da öyle kapalı kapılar ardında, sinsice değil, ellerinden geldiğince karşılarına çıkan kişilere bildirerek yapıyorlar. Zaten kitabı ilginç bir noktaya taşıyan da bu: Herkes cinayetin işleneceğini biliyor fakat engellemeye dair pek de kayda değer bir şey yapılmıyor. Yani Santiago Nasar pisi pisine ölüyor.

Marquez işte burada, müthiş bir toplum psikolojisi analizi yapıyor. Bir toplumun anatomisini inceliyor ve bunu da ustalıkla yapıyor elbette. Zaten Nobel Ödüllü bir yazar kendisi fakat şu an için aldığı ödülü hak edip etmediğine dair bir yorum yapamam, Yüzyıllık Yalnızlık ve Kolera Günlerinde Aşk gibi başyapıtlarını okuduktan sonra anca.

Kolombiyalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez'in geç de olsa tadına bakmış bulunmaktayım. Eğer sizin de okumak gibi bir düşünceniz varsa, Kırmızı Pazartesi'yi rahatlıkla önerebilirim.

Martı Jonathan Livingston - Richard Bach


Birçok yerde rastladığım ve hakkında övgü dolu sözler okuduğum bu kitabı sonunda ben de okumuş bulunuyorum. Yarısından fazlası fotoğraflarla dolu, 36 sayfalık kısa bir öykü "Martı Jonathan Livingston".

Epsilon Yayınevi aracılığı ile dilimizde okuma fırsatı bulduğumuz Richard Bach'in bu kısa ama etkili eseri, Jonathan Livingston adındaki bir martının yaşamına odaklanıyor. Diğer martılardan çok farklı bir kimyaya sahip olan Jonathan, belirli sınırlar içerisinde yaşamayı reddediyor ve uçma tutkunu bir kuş olarak özgürlüğe kanat çırpıyor. Her daim öğrenmeye aç olan Jonathan, sırf bu yüzden sürüden bile kovuluyor. Ama o, yılmadan, hedeflerine doğru devam ediyor...

Yazar, tüm mesajlarını bir martı üzerinden aktarmaya çalışmış okurlara ve başarılı da olmuş. Sınırlarımızı aşmak ve hayallerimizi gerçekleştirerek başarıya ulaşmak ana temasına sahip, okuması keyifli bir öykü. Fakat yine de, çok fazla abartmamak gerek tabii.

Alıntılar:

"Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı öğrenebiliriz!"
...Çünkü rakamlar sınırları belirler; iyinin, mükemmelin sınırları yoktur."
"Eğer ne yaptığını iyi biliyorsan her zaman başarırsın. Başarmak için ne yaptığını bilmek gerek."
           "Düşüncelerinizin zincirlerinden kurtulun, bedenlerinizin zincirlerini kırın."
          "En doğru yasa bizi özgürlüğe götürecek olandır. Başka hiçbir şey değil."
         
          "Sınırlarımızı sırayla ve büyük bir sabırla aşmaya çalışmalıyız."

Marx - Corinne Maier / Anne Simon


Benim adım Karl Marx. Kimileri bana şeytan dedi, zira kapitalist düzeni yıkmaya çalıştım. Sizin kriziniz, benim yaşadığım krize benziyor. Öyleyse tek çare: Devrim.

Yine bir Corinne Maier ile Anne Simon işbirliği daha. Yine Esen Kitap ve yine bir biyografik çizgi roman.

Öyle zannediyorum ki, Karl Marx'ı tanımayanınız yoktur. Fakat ne kadar tanıyorsunuz, işte burası önemli. Tıpkı Sigmund Freud'da olduğu gibi, Karl Marx hakkında bildiklerim de iki elin parmaklarını geçmezdi. Fakat bu incecik şahane eser ile Marx hakkında o kadar çok şey öğrendim ki. İnternetten araştırma yapsam saatler sürerdi ve bir dolu metin okumam gerekirdi, oysa ki bu biyografik çizgi romanı yarım saat gibi bir sürede okuyup Karl Marx'ı çok yakından tanımış oldum.

Azmine ve cesaretine hayran kaldım bu adamın. Orjinal fikirleri ile dünyanın birçok yerinde dur durak bilmeden önemli çalışmalara imza atan Marx, günümüzde dahi devrimin simgelerinden biridir. Görüşleri size tamamen ters bile olabilir, ama bu Karl Marx'ı tanımamanız için engel değil. Bunun için de "Marx"ı okumanız yeterli.

Alıntılar:

"Tüm sorunlarımın temeli kapitalizmdir." 
"Ben bir bilim kurmaya çalıştım, bir tarikat değil." 
"İktidar, bir sınıf tarafından bir başka sınıfı ezmek için kurulmuştur." 
"Mücadelenin sonu, tarihin de sonudur." 
"Mücadele eden kazanır!"

Freud - Corinne Maier / Anne Simon


Adım Sigmund Freud. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun küçük bir şehrinde doğdum, Viyana'da yaşadım ve 1939 yılında Londra'da öldüm. Ancak gerçekten ölmüş sayılmam...

Corinne Maier tarafından yazılıp, Anne Simon tarafından çizilen "Freud"u, Esen Kitap dilimize kazandırmış, ne de iyi etmiş. Yayınevinin biyografik çizgi roman kategorisinde yer alan bu eser, bizlere psikanalizin kurucusu Sigmund Freud'un hayatını anlatıyor.

Son derece şahane çizimlerle ve bu kadar az sayfa ile o kadar çok şey anlatılmış ki, bitirdikten sonra bir roman okumuş hissiyatına bürünüyorsunuz adeta. Yazar ve çizerin ustalıkları daha ilk sayfadan anlaşılıyor, tebrik etmek gerek ikisini de.

Eğer siz de Sigmund Freud kimdir, necidir diye merak edenlerdenseniz veyahut tanıyor fakat benim gibi hakkında çok az şey biliyorsanız, kronolojik olarak hayatını öğrenmek için bu eseri okuyup fazlasıyla bilgi sahibi olabilirsiniz.

Alıntılar:
"Psikanaliz, gömülü kalıntıları bulup yeryüzüne çıkarmaktır." 
"Unutulmuş anılar, kaybolmamıştır."
          "Benim vaat edilmiş toprağım, insan bilincidir."
          "Tüm hayatım boyunca insan aklının gizemini çözmeye çalıştım."
"İnsan doğası mutlu olmaya elverişli değildir."
          "İnsan, yakınındakine saldırmaya, onu sömürmeye, yağmalamaya, tecavüz etmeye ve öldürmeye meyillidir."

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury / Tim Hamilton



Bir distopya okuru olarak Ray Bradbury'nin başyapıtını bir de çizgi roman versiyonuyla okumak istedim.

Ray Bradbury ve Tim Hamilton işbirliğinde hazırlanan, Epsilon Yayınevi'nden çıkan bu çizgi roman uzun zamandır ona dokunmamı ve gözlerimi üzerinde gezdirmemi hissetmeyi bekliyordu. Sonunda bu çağrısına kulak verdim ve bir çırpıda olmasa da, okuyup bitirdim.

Bir çırpıda okuyamadım çünkü çizimlerini beğenmedim. Ve çizim unsuru da bir çizgi roman için çok önemlidir. Nasıl ki bir romana ısınamama sebebi yazarın dili, konunun yetersizliği gibi nedenler olabiliyorsa, bir çizgi romana ısınamama sebebi de pek tabii çizimleri olabilir. Tim Hamilton'ın çizimleri açıkçası biraz soğuttu beni.

Bitirdikten sonra çıkardığım sonuç ise şuydu: Ray Bradbury ne kadar usta bir hikaye anlatıcısı ise, işte o kadar acemi bir çizgi romancıdır. Bu eserdeki tüm baloncukların sahibi olan Bradbury, kitabındaki o enfes havayı çizgi romana taşıyamamış ne yazık ki.

Kitabını okurken adeta ürkmüştüm ve bitirdiğimde ise birden fazla konuda daha fazla bilinç sahibi olmuştum. Kitapları yakmak... Korkutucu. Böyle bir geleceğin gerçekleşmesinden korkan Bradbury'nin bizleri uyarmak için kaleme aldığı bu başyapıt okuru derinden sarsıyor. Fakat işte çizgi roman bunu pek başaramıyor...

Sonuç olarak, kesinlikle zaman kaybı olmadığını belirtebilirim ve Bradbury okurlarının da okumalarını salık veririm.

Alıntılar:

"Çok okumuş bir adamın hedefinin kim olacağını kim bilebilir ki?" 
"Mutlu olmamıza yetecek her şeyimiz vardı ama mutlu değildik." 
"Bazı şeylerle yüzleşmek, onlardan kaçmak ve eğlenmek en iyisidir." 
"Bilgi, güçten daha kuvvetlidir." 
"Hepimiz tarih ve edebiyatın birer parçalarıyız."

Yolun Sonundaki Okyanus - Neil Gaiman



Neil Gaiman'ın en sevdiğim kitabı hakkında hazırlamış olduğum incelemeyi Kayıp Rıhtım üzerinden okumak isteyenleri şuraya alayım.
"Çocukluk anıları bazen sonradan yaşananların altında kalıp silikleşir; yetişkinlerin dolabının dibinde unutulan oyuncaklar gibidirler ama asla sonsuza kadar kaybolmazlar."

Gaiman o güzel hayal dünyasında ürettiği masalları bizlere anlatmaya devam ediyor. Dilimize çevrilen son kitabı Yolun Sonundaki Okyanus ile Türk okurlar olarak bu şerefe bir kez daha nail olabiliyoruz. Çevirmene ve İthaki Yayınları'na teşekkür ederek kitap hakkında söylenmesi gerekenlere geçiyorum.

Kitapta o kadar sıcak, o kadar samimi bir anlatım var ki, bir çırpıda bitiyor zaten ve bitirdiğinizde neden bu kadar kısaydı diye yakınmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Okurken bu kitap Gaiman'ın olamayacak kadar hüzünlü diyebiliyorsunuz. Ama hemen ardından da, bu cümleler Gaiman'dan başkasına ait olamayacak kadar güzel diyorsunuz. Gaiman bu yahu. Sıra dışı bir adam işte. Kabullenelim artık bu gerçeği.

"Elle tutulur bir şeylerden korkuyorsanız, korkunuzun kaynağı görebildiğiniz bir şeyse, işiniz her şeye dönüşebilen yaratıklarla baş etmekten çok daha kolaydır."

Şöyle bir baktığımızda, kitapta yer alan her karakterin korktuğu bir şeyler var. Korku unsuru gayet doğal ve sıradan bir şeymiş gibi anlatılmış kitapta. Herkesin mutlaka korktuğu bir şeyler vardır sonucunu çıkarmamız için çabalamış Gaiman. Böyle bir sonuç çıkaracağımızı öngördüğü için de, bu savına ek olarak şunu söylüyor: "Korkularınızın üzerine gidin!"

Bu, kitapta herhangi bir cümle içinde kullanılmıyor tabii ki. Her okur, okuduğu şeyden farklı anlamlar çıkarmakta özgürdür, öyle değil mi? Benim de bu kitaptan çıkardığım sonuçlardan biri de budur. Bazı şeylerden korkabiliriz, evet, ama bu onları yenemeyeceğiz anlamına gelmez.

Elbette okuduğumuz, izlediğimiz, yaşadığımız olaylardan bir sonuç çıkarmak gibi zorunluluğumuz yok. Bu tamamıyla kişisel bir durum. Bazı insanlar okur/izler/yaşar ve geçer ama bazıları düşünerek okur, anlayarak izler, hissederek yaşar. Bunları yapabilen kişiler, daha sonra bir sonuç çıkarırlar bu şeylerden. Düşünerek ve not alarak okumam sonucunda ben de naçizane birkaç sonuç çıkarmış bulunuyorum.

İşte onlardan bir diğeri ise şudur: "Anılar yaşanmış ve bitmiştir. O anlar asla geri gelmez. Sadece hatırlanırlar. Ve bu da kişiye acı verir."

"Canlıların sorunu bu. Uzun süre dayanamıyorlar. Bir gün yavrular, ertesi gün yaşlı. Sonra anılara karışıyorlar. Anılar silikleşiyor, birbirine karışıyor ve kaybolup gidiyor..."

Anılar. Anılar hayatlarımızı şekillendirmeye yarayan en önemli unsurlardan biridir. Anılar yaşanmıştır. Anılar gerçektir. Anılar hayatımızın ta kendisidir. Geçmişte kalmış olmaları bir şeyi değiştirmez. Onlar zihnimizdedirler. Hatırlamak istediğimizde bir düşünce bulutuna atlamak ve onun, bizi geçmişe götürmesini istemek yeterli olacaktır. Yaşadığımız her şey bir yerlerde saklıdır ve onları bulup çıkarmaksa bizim elimizdedir.

İşte bu kadar basittir geçmişin tozlu sayfalarında hatırlanmayı bekleyen anıları bulup gün yüzüne çıkarmak. Asıl zor olan kısım ise bundan sonra başlar.

Anılar çok ağırdırlar. Onları tekrar hatırlama riskine girmek, gerçekler altında ezilmeyi göze alabilmek demektir. İşte bunu her insan yapamaz. Her ne kadar mutlu bir anı olsa dahi, onu hatırlamak canımızı yakabilir. Kötü bir anının canımızı yakma katsayısından bahsetmiyorum bile. Özetle; anılar iyidir, güzeldir, acıdır ve acıtır.

Neden anılardan söz ettiğime gelecek olursak eğer. Neil Gaiman, Yolun Sonundaki Okyanus adlı bu kitabında, ana karakterimizi (onun bir adı yok, yani en azından kitapta yer almıyor, bu yüzden yazımın sonuna dek "karakter" olarak bahsetmem pek tabii mümkün) geçmişine doğru bir yolculuğa çıkarıp, yedi yaşındaki anına sürükleyip, anıları bir bir gün yüzüne çıkarıyor. Gaiman da bunu yaparken anıların acıttığının farkında. Bu doğrultuda yazılmış zaten kitap.

"Hiçbir şey aynı kalmaz. İster bir saniye olsun, ister yüz yıl. Her şey devinir, dönüşür, değişir. İnsanlar da okyanuslar kadar değişkendir."

Karakterimizin sırlarla dolu geçmişine yelken açıp çocukluğunda takılı kalıyoruz. Annesinin cenazesi için memleketine dönen bir adam karşılıyor bizi kitabın henüz başında. Cenaze ortamından ve insanlardan sıkılınca soluğu çocukluğunun geçtiği yerde alıyor. Eskiden evlerinin olduğu kısma bakıp hüzünleniyor. Ardından yolun sonuna sürüyor arabasını, Hempstocklar'ın çiftliğine. Orada geçirdiği birkaç dakikanın ardından Lettie'nin ısrarla okyanus olduğunu iddia ettiği göle doğru yürüyor. Kırmızı kiremitli çiftlik evinin arkasındaki küçük (gölün) okyanusun kıyısında bulunan rengi atmış yeşil banka oturuyor. Başlıyor düşünmeye. Anılar yakasını bırakmıyor. Geçmiş, gözlerinin önünden bir sinema filmi gibi geçip gidiyor.

O küçük banka oturuyor karakterimiz ve yedi yaşına gidiyor. Doğum gününe kimsenin gelmemiş olduğunu, Tüylü adında bir kedisinin olduğunu ve sonra kedinin madende çalışan bir adam tarafından arabayla ezilerek öldürülüşünü, onun yerine Canavar adındaki başka bir kedi getirmesini öğreniyoruz. Ama yeni kediyi hiçbir zaman sevmez. Eskisini özler. O, çocukluk anılarını bir bir paylaşırken, bizi de zaman zaman kendi dünyasına çekiyor.

"Gerçeklik dediğim şey, içi korkunç kâbuslar ve felaketlerle dolu kasvetli bir doğum günü pastasının üstündeki ince krema tabakasıydı."

Kitabın geneline bakacak olursam, hüzünlü bir anlatım olduğunu söyleyebilirim. Kasvetli bir hava hakim yani. O hava, daha ilk sayfadan kendisini belli ederek, okura empoze ediliyor. Gaiman'ın bu kitabı, bu yönüyle diğerlerinden ayrılarak kendine daha farklı bir kulvarda yer buluyor.

Hem zaten Gaiman bu kitap için şöyle diyor: "Anansi Çocukları'ndan sonra yazdığım ilk yetişkin kitabı." Charlie ve Örümcek'in hikayesi bile "yetişkinlik" baz alındığında Yolun Sonundaki Okyanus'tan bir basamak aşağıda kalır.

Uzunca bir hikaye aslında Yolun Sonundaki Okyanus, ama kısa roman demek de pek tabii mümkün. Neil Gaiman'ın hedefi zaten kısa bir hikaye yazmakmış sonra hızını alamamış ve bir novella yazdığını fark etmiş ama durmamış, biraz daha yazmış ve sonra bu kısa roman ortaya çıkmış. Kitabın yazılış öyküsü kısaca budur.

Son sayfayı da okuyup kitabın kapağını kapattıktan sonra hüzünlü bir gülümseyiş oluştu yüzümde. Buruk bir mutluluk. Sebebini tam olarak bilmiyorum fakat bu olasılık dışı hikayeyi okurken hep gerçek olduğunu düşlediğim için olabilir, yine de emin değilim.

Biraz daha uzun olsaydı bu kısa romancık, hem karakterlerle daha fazla vakit geçirmiş olurduk hem de onlar hakkında daha fazla bilgi edinebilirdik. Gaiman, hikayenin gizemli bir şekilde başlayıp, gizemli bir şekilde devam edip, gizemli bir şekilde de bitmesini istemiş olacak ki, böyle karar vermiş. Saygı duymak gerek. Bu kadarına da şükretmeli ve yetinmesini bilmeliyiz aslında.

Hemen araya şu bilgiyi de sıkıştırmak istiyorum: Yolun Sonundaki Okyanus'u birkaç yıl içerisinde Tom Hanks yönetmenliğinde beyazperdede izleyebileceğiz. Kişisel fikrim şöyle Tim Burtonvari kasvetli fakat kasvetli olduğu kadar da eğlenceli bir filmle karşı karşıya olabileceğimiz yönünde. İşin arkasında Tom Hanks gibi bir ustanın da oluşu, Gaiman okurlarını bir hayli heyecanlandırıyor elbette.

Son Söz:

Bu kitabı Neil Gaiman tarzına aşina olmayanların beğenmeyebileceğini, Gaiman okumaya kesinlikle bu kitaptan başlanılmaması gerektiğini, önceki kitaplarından (Mezarlık Kitabı ve Yokyer gayet uygun) birini veya birkaçını okuduktan sonra Yolun Sonundaki Okyanus'u okumaları gerektiğini hatırlatmakta yarar var.

Bilmiyorum, belki o anki ruh halimle alakalıdır ama gerçekten çok etkilendim ben. Belki de anılarımın ağırlığından ve onları taşıyamayacak konumda olmamdan kaynaklanıyordur.

Neil Gaiman güzeldir yahu.

Okuyunuz.

3 Eylül 2014 Çarşamba

İnsancıklar - Fyodor Mihailoviç Dostoyevski



Dostoyevski'den okuduğum ilk kitap değil bu. Yanılmıyorsam yedinci sınıfta iken Suç ve Ceza'yı okumuştum. O yıllarda, bir kitabın çevirisinin iyi mi kötü mü olduğuna karar verecek bir donanıma sahip değildim. Bu yüzden hangi yayıneviydi ve çevirmeni kimdi, hatırlamıyorum. İşbu sebeple Suç ve Ceza elbette ki tekrardan okunacak. Fakat şu anki konumuz Suç ve Ceza değil, Dostoyevski'nin ilk romanı: İnsancıklar.

Geçtiğimiz günlerde Tutunamayanlar'ı okudum ve Oğuz Atay'a olan hayranlığımı birçok yerde dile getirdim. Oğuz Atay'ın da en sevdiği yazarın Dostoyevski olması sebebiyle, bu edebiyat profesörünün yazdığı her şeyi okumaya karar verdim. İşe en baştan başlayayım dedim ve Dostoyevski'nin yazmış olduğu ilk romanı İnsancıklar'ı aldım, okudum, beğendim, biraz da etkilendim.

Dostoyevski okumaya kronolojik olarak devam edeceğim elbette, sıradaki kitap İkiz. Fakat şimdi biraz İnsancıklar'dan bahsetmem gerek.

İnsancıklar, biraz farklı bir roman. Şöyle ki, kitap mektuplardan oluşuyor. İki kişinin birbirine yazdığı mektuplar. Bu mektuplar, Makar Alekseyeviç ve Varvara Alekseyevna'nın hayatlarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Birbirlerine tüm içtenlikleriyle yazdıkları bu mektuplar, okurda derin etkiler bırakmayı başarıyor. Roman, bir yandan 19.yüzyıl Rusya'sını resmededursun, diğer yandan da birbirlerine sıkıca bağlanmış olan bu iki insanın sonunun nereye varacağını merak ettiriyor. Dostoyevski'nin iki farklı insanın duygularını ustaca kağıda dökmüş olması, daha ilk kitabından bir kült olacağının habercisi adeta.

İlginç bir finalle noktalanan İnsancıklar, en azından bende derin bir etki bırakmayı başardı. Çok sevdim kitabı ve inanıyorum ki Dostoyevski okumaya devam ettikçe bu adamı çok daha fazla sevecek ve her romanında etkilenmeye devam edeceğim.

"Hatıralar mutlu olsun, kederli olsun, hep acı verir." -Varvara Alekseyevna.

"Ölümün ne gün ne de saat bildiğini düşünmek çok hüzünlü... Hiç yoktan ölüveriyor insan." -Makar Alekseyeviç.